2 Kasım 2008 Pazar

Ruhlar denizinde ben

Ruhlar denizinde küçük, kendi halimde bir ruhtum ben.
Her bir ruhun bir bir sahiplerine vardığı bir dehlize doğru yol alıyordum.
O anda ilk dileğimi dilemiştim, birisinin saati olsam keşke…
Uyanmıştım.
Senin saatin olmuşum.
O kadar mutlu olmuştum ki, arada bana bakıyordun, telaşlı, huzurlu, sevimli, bazen de üzgün.
Bazen koluna takmayı unutuyordun beni, ama ben seninle tekrardan birlikte olana kadar geçen zamanı işliyordum o arada.
An geliyordu seninle oluyordum, ve seninleyken de, zamanı durdurmak istiyordum, çünkü, o anı benimle ölümsüzleştirmek istiyordum.
Ama…
Nerden bilebilirdim ki…
Bozuk zannedilip atılıyordum.
Olsun diyordum kendi kendime, ruhlar denizinde tekrar akıntıya kapılmışken.
Bir oltaya tutunmak istiyordum tekrardan.
Sonra,
Bir dilek tutuyordum yine, keşke senin tokan olsaydım, hem bozulmam da o zaman diyordum…
Uyanmıştım.
Tokan olmuşum.
Bir kez daha mutluydum, saçını bazen toplasan bile.
O kadar mutlu olmuştum ki yine…
Ama bazen hiç toka takmıyordun, diliyordum ki bir sonraki gün tekrardan saçını benimle toplasan, çünkü öyle her zamankinden daha yakın oluyordum sana.
An geliyordu ve ben yine seninle oluyordum.
Seninleyken, saçında kayayım diyordum, çünkü saçını okşamak istiyordum.
Ama…
Nerden bilebilirdim ki…
Bu sefer de gevşek zannedilip atılıyordum.
Olsun diyordum kendi kendime, ruhlar denizinde tekrar akıntıya kapılmışken.
Sonra,
Bir dilek daha tutuyordum, keşke ayakkabı bağcığın olsaydım diyordum, bu sefer sıkı durucam söz.
Uyanmıştım.
Ayakkabı bağcığın olmuşum.
Bir kez daha mutluluk benimleydi, bana günde 2 kez dokunsan bile.
O kadar mutlu olmuştum ki yine…
Ama bazen de üzülüyordum, neden ayakkabılarını, bağcığını çözmeden çıkarıyorsun ki?
Bazen de diğer ayakkabılarını giydiğin için bir sonraki günün gelmesini diliyordum tüm kalbimle…
Umutlanıyorum bazen, sadece bir sonraki gün seninle birlikte olabilme düşüncesiyle bile,
An geliyordu seninle oluyordum, ama seninleyken, bir iki kere çözülsem bir şey olmaz diyordum, hem böylece tekrardan, tekrardan bana dokunursun…
Ama…
Nerden bilebilirdim ki…
Sözümü tutamamıştım yine, gevşek zannedilip yine atılıyordum.
Artık daha fazla dilek hakkımın kalmadığını biliyordum.
Bu sefer dilek dileyememiştim, dehlizde ilerlerken sıramın gelmesini bekliyordum.
Sonra;
Uyanmıştım.
Ben olmuşum.
Bu sefer ne mutluluk benimleydi, ne de neşe…
Bir daha sana nerde rast gelecektim ki?
Ama sonra, karşıma çıkmıştın yine işte.
Hatırladım, sen oydun.
İşte yaşıyorduk, düşündüm.
Saatin, tokanın, ayakkabı bağcığının içlerinde sakladığı duygulara tercüman olacaktım.
Oluyorum.
Ben seni seviyorum.


P.s: Kime yazıldığı bir muamma, ancak bir yerlerden deli gibi ilham aldığım su götürmez bir gerçek sanırım, eğer sıkılmadıysanız bu şiirin devamı "kendimi ararken" adlı şiiri okuyabilirsiniz, ama yine de siz bilirsiniz :)

Kendimi ararken

Şiir üçlemesinin 2. cisi, adamın benliğini yitirdiğini zannedip, kendini bulma yolculuğuna çıkmasını anlatıyor.

Benim, ben olmadığını bilmek, yaşadığım her saniye kör ediyordu beni…
Yoksa etrafı mı karanlık yapıyordu?
Artık her şey daha mı şahaneydi benim için yoksa?
Saatin olmuşken, tokan olmuşken, ayakkabının bağcığı olmuşken mutluydum ben önceleri.
Üstelik ben, ben değilken, bundan nefret etsem bile.
Ama şimdi sahte bendim.
Tek gerçeğim seni sevmekti sadece.
Ama böyle sürdüremezdim, bir an önce sıyrılmalıydım bundan.
Tek çare bu muydu yine?
Dilek dilemek miydi yoksa çözüm?
Acil çıkış kapısı nerdeydi, bir an önce kaçıp kurtulabilir miydim acaba?
Hayır, o kadar kolay olmayacaktı.
Kendimi arıyordum.
Ben, nereye kayboldun?
İlk defa başıma gelmişti, nereden bilebilirdim ki?
Ben buradayken, “ben”e ne olmuş ta burada değildi?
İçimdeydim, bakınıyorum. Hah, işte tam orada bir tane ben gördüm.
Seni buldum. Sen bensin.
Sevinçliydim, artık kendimi bulmuştum.
Ama…
Nasıl olur?
İnanamadım, sahte benimin gerçek beni de kendini arıyordu.
Sanırım onun aradığını arayıp bulsam, getirip sahte benimin gerçek benine versem, sonra onu ben yapsam, her şey son bulurdu.
Ama sanırım, onun aradığı da kendini arıyordu…
O an anladım.
Sonu olmayan bir bensizlik çukurundaydım.
Kendimi bulmak, kendimin beni bulmasını ummakla son bulacaktı.
Düşündüm de, bir dilek hakkım olsaydı ne dilerdim ki de kurtulurdum bundan?
İşte o anda, ruhumun bedenimden ayrıldığını ve bir denize süzüldüğümü fark ettim.
Hayattayken tanrı sesimi duymuş, ve bundan kurtulmam için beni tekrar bedenimden soyutlamıştı.
Artık bir dilek hakkım vardı, bundan kurtulmak, kendimi bulmak için sadece bir dilek hakkım.
İçimden bir ben ojesi olmayı diliyordu.
Hayır, o ben, ben olamazdım.
Dileğimi ojesi olmak için kullanmayacaktım, kendimi bulmamış olurdum o zaman.
Bir diğer ben en çok montu olmak istiyordu tutkuyla, sarıp sarmalar, sıcacık tutar diye düşünüyordu, ama yazı unutuyordu.
Kimisi, kalemi olsam keşke diyordu yanıp tutuşarak, bana dokunur böylece diye düşünüyordu, ama kalem tıraşı unutuyordu.
Kimisi silgisi olsam diyordu, tükenmeyi unutuyordu, kimisi kolyesi olsam diyordu…
Kimisi şapkası…
Her ben, kendisine bir dilek verilse, ayrı bir dünyada var olacaktı.
Düşündüm.
Ben, ne montun olmayı dileyecektim, ne ojen, ne silgin, ne de kalemin…
Yeteri kadar soğumuştum zaten, belki de takatim kalmamıştı.
Ben yine de gerçekten şu andaki ben olmayı dilerdim.
Kendim olmakla sensizliği göze alıyordum.
Sensizliğinle bile beni benden alabilsen de…
Diğer benlere kalsa, onlar hep seninle birlikte olmak için dilek dileyeceklerdi.
Ama ben, kendim olmayı seçmekle, sana uzak olmayı tercih ediyordum.
Böylece belki de seni sevmemem gerekse bile…
Seçimimi yapmış, ve dünyaya tekrar ben olarak gelmiştim.
Yaşamaya, kaldığım yerden devam ediyordum.
Evet, sanırım kendimi bulmuştum böylece.
Artık ben, gerçek bendim.
Kendi olmakla sana uzak kalacak olan ve buna katlanmak zorunda olan bir bendim artık.
İçinde ne umudu olan bir bendim, ne de onu besleyebilecek bir kalbi olandım artık.
Aslında artık ben…
Ne seni sevmeyen biri olmuştum, ne de seni tüm kalbiyle sevebilen biri olmuştum şimdi…

Uyandım

Şiir üçlemesinin nin 3. sü ve son olanı.

Uzun bir aradan sonra hayatın tekrar vücudumla buluştuğunu hissetmiştim.
İyi de peki ben neredeydim?
Şaşırmıştım.
Alabildiğine uzanmış bulut tarlalarının ortasında, kendimi sonsuzluğa doğru uçarken buluyordum.
Altımda uzanan engin ve masmavi okyanus dalgalarının neşesi, masmavi gökyüzündeki bulutların özgürlüğüyle birlikte raks ediyordu.
Bense sadece armoniye ayak uydurmak istiyordum o an.
Ama varlığımın, beni tüm eşsiz güzelliğiyle saran bu iki mavinin uyumunu bozduğunu fark edebiliyordum.
Peki nerde olduğumu anladım ama burada ne yapıyordum ve niçin buradaydım?
O an gerçeği yavaş yavaş anlamaya başladım.
Sanırım bilmediğim bir oyunun içindeydim.
Ama oyunda yalnız değildim.
Benim gibi vücutlarda hapsedilmiş milyonlarca, hatta milyarlarca ruhu izliyordum.
Hepimiz, bir pamuk tüyü misali yavaşça denize doğru süzülüyorduk.
Ancak bu deniz nasıl bir denizdi ki?
Normal olmadığına emindim…
Sanırım şimdi küçük bir dejavu yaşıyorum…
Yavaş yavaş denize süzülmenin dejavusuydu bu.
Birden bunun sadece anlık, yanılgı bir anıdan ibaret olmadığını anladım.
Daha önce de burada bulunmuştum ama neden?
Hatta denizde bir dehlize doğru yüzüyor ve titreyerek bir şeyler fısıldıyordum evet evet hatırlıyordum.
Hafızamı zorlamaya başladım.
Gözlerimi sımsıkı kapatarak tüm gücümle hafızama yükleniyor, denizdeki o an ne yaptığımı çözmeye çalışıyordum.
Titriyorum...
Ama olmuyor, hiçbir şey aklıma gelmiyordu.
Birden denizin ılık ve yumuşak suyunun, bedenime kavuştuğunu hissettim.
Artık pek bir şeye şaşırmıyorum.
Bedenim, denizin suyuyla buluştuğunun hemen ardından ruhumdan arınıyor ve deniz suyunda çözülüp sonsuzluğa karışıyordu.
Artık maddeden soyutlanmış bir şekilde denizde yüzüyordum, benim gibi milyonlarca ruhla birlikte.
Ama hala daha önce burada bulunduğumda ne fısıldıyor olduğumu hatırlayamıyordum.
Anımsamak için zorladıkça daha da zorluyorum.
Sanırım bir şeyler anımsamaya başlamıştım.
“Hayır, olmayacağım, olmak istemiyorum tekrardan montun, ojen, aynan…” “Ben kendim…”
Hatırladığım kısım, şimdilik hiçbir şeyi aydınlatmıyordu.
Daha birkaç nesne saydığımı hatırlıyordum ama ben kimin nesnesi olacaktım da olmak istemiyordum ki?
Beni böyle düşünmeye iten neydi?
Daha önce burada bulunduğumu hatırlamamın verdiği heyecan ve şok dalgasıyla, histerik bir şekilde titriyordum.
Önümüzde koskocaman oluklar vardı, her ruhun girişiyle birlikte gökyüzünü yeşile çalan bir ışık saçıyorlardı.
Yanımdaki tüm ruhlar, muhteşem görüntünün verdiği lezzetle kendilerinden geçmiş, sıralarının gelmesini bekliyorlardı.
Ancak bir ben farklıydım aralarında.
Olanca gücümle tekrardan anımsamayı deniyordum.
Olmuyordu.
Ne kadar çabalasam da, bu bana tanrı tarafından ihsan edilmedikçe, olmayacaktı da.
İlerliyorduk.
Sona yaklaştıkça bir şeyler hatırlamaya başlamıştım.
Simasını hatırlayamadığım, ama tanıdık gelen bir ismi sayıklıyordum.
“Dilek hakkımı boşa savurmayacağım, kendim olmak istiyorum.”
Sanırım kendimi kaybetmiştim, ama neden orada bulunuyordum ki?


İlerledikçe, hafızamda parça parça olmuş anılar, bir bütün oluşturmaya başlamışlardı.
Sanırım birini sevmiş, ancak sonra ne olmuşsa olmuştu ki bunları söylüyordum.
Kendimi kaybettiğim ve çıkmaza girdiğim sırada da tanrı sesimi duymuş ve bana bir dilek hakkı vermişti.
Dileğimi, tekrardan kendim olmayı dileyerek gerçekleştirmiştim.
Bir önceki hayatım, artık tüm çıplaklığıyla gözlerimin önündeydi.
Önceki hayatımın, kısa bir kesitini izliyordum şimdi.
Değer verirken bile ne kadar kırıldığımı tarif etmenin imkanı yoktu.
Bu perişan halimi hatırladıkça, yaşadığım o zamana ağlıyordum.
Çok acı çekmiş olmalıydım, çünkü o zaman dilek dilerken bile gözyaşı döküyordum.
Az zamanım kalmıştı.
Peki, şimdi ne yapıyordum?
Ben ölmüşüm, ama şimdi bir ruh olarak, bir başka hayatta bana çizilen tanrı imzalı tuvalin boyası olmak üzere dünyaya gönderiliyordum tekrardan.
Sitem etmeden duramıyordum, ruh kıtlığı mı vardı ki sürekli hayata dönmek zorunda kalıyorduk?
Tekrardan ben olma şansım da yoktu.
Çünkü ben ölmüştüm.
Gözümü kapadım, yüzümde hafif bir tebessümle kısmetimi beklemeye başladım.
Dehlize girdim.
Bir anda etrafımı yeşil bir ışık huzmesi kapladı.
Gözümü açtım.
Şok oldum.
Bebek bir bukalemundum artık!
Ben bukalemunluğu bilmezdim ki, daha önceden hiç olmamıştım.
Ama bir yandan da sevinmiştim.
Hayattan istediğim an soyutlayabilirdim artık kendimi.
Artık köşe bucak kaçmama da gerek yoktu, kamufle olup saklanabilirdim hayattan.
Hayat böylece beni bulamaz ve hüzünlü anlarımı bana yaşatamazdı.
Gülümsemeye başlamıştı kör talihim bana...
O kadar mutlu olmuştum ki küçük ve sevimli bir yaratık olmaktan.
Kardeşlerimle sinek avlamaya çıkıyorduk.
Büyük birader hiç ıskalamıyordu, hep kazanıyordu yarışmayı.
Ailecek pikniğe gidiyorduk.
Büyük babam hepimizi topluyor ve kamufle olmayı öğretiyordu.
Büyük birader biliyordu ya, saklanıp saklanıp, kafamıza vurup kaçıyordu.
İşte yine oluyordu.
Aşık olmuştum pembe kabarıkları, çıkıntıları olan o tatlı küçük bukalemuna..
Aynı sınıftaydık, ona ne zaman baksam bana bakıp gülümsüyordu hafifçe.
Gidip onu ne kadar sevdiğimi söyleyecektim, artık adam olmuştum sanırım.
Çok mutluydum.
Sanırım hayat bana gülümsüyordu nihayet.
Yin…
Gözümü açtığımda her şeyi anladım.
Üzülmüştüm.
O, biraz önce titreyerek hatırlamaya çalıştığım ve haline acıdığım yaşamdaki bendim tekrardan.
Tüm yaşadıklarım rüyaymış, gene aynı monoton hayata dönmüştüm.
Sanırım bir kez daha basit bir rüyayla, hayattayken bir kez daha ölmüştüm.

Hayal

Kendimi rüzgara karşı kanat çırparken buluyordum.
Seçim yapmak gerekirse devam mı etmeliydim, yoksa kaybetmenin dayanılmaz hafifliğine mi kapılacaktım?
İşte o anda, içime umutsuzluk tohumu düşüyordu.
Korkmuştum.
Ama beni asıl tedirgin eden, bu tohumun ilerde filizlenip fidan olmasıydı.
İşte o zaman ne yapacağımı bilemezdim ama, şimdilik bir tehlike gözükmüyordu.
Düşündüm de; grupça v şeklinde dizilip uçarsak enerjimizi tasarruflu kullanıp durmadan daha uzun mesafeye uçabilirdik.
Ama ben yalnızdım o an, tek kişilik bir v dizilimi de mümkün değildi sanırım…
Nasıl başarabilirdim ki öyleyse?
İçimde garip bir ürperti hissettim.
Bunu söylemekle ben, sanırım içimdeki o umutsuzluk tohumuna ilk suyunu veriyordum.
Tohumu içime ben düşürmüştüm, şimdi de onu büyütüyordum.
Daha fazla beslememeliydim tohumu, yoksa kendi ellerimle sonumu hazırlayacaktım.
Rüzgâra karşıydım ya da değil, artık ne olursa olsun uçmalıydım.
Kanat çırpıyordum.
Altımda uzanan masmavi okyanus güzelliğinin seyrine dalmıştım.
Rüzgâr, okyanusu rahatsız etmek istercesine esiyordu, ama o, sanki umursamıyormuş gibi uslu duruyordu.
Okyanusu izlerken, arada bir balinaların, yunusların nefes almak için yüzeye çıktıklarını görüyordum.
Bana göz kırpmadan da geri dalmıyorlardı derinliklere...
Bazen de kötü kalpli köpekbalıklarının av peşinde olduklarını görüyordum.
Yadırgamıyordum onları, çünkü doğanın kanunuydu bu ya da tanrının, kimisi av iken, kimisi avcı olurdu.
Düşünüyordum da; seçim hakkı verilmemişti bizlere, yazılan yazgıyı yaşamak zorunda olanlardık biz sadece.
Belki de dünya bir beden hapishanesiydi, beden de bir ruh, bilemiyorduk ki.
Hepsini öğrenmek için ölümü mü beklemeliydik?
Hangi amaçla yaşadığımızı hangimiz biliyordu ki?
Tanrıya kulluk için miydi?
Tanrı neden kendisine kulluk edecek birilerine ihtiyaç duysun ki de yaratma zahmetine katlansın?
Güzelliği seyrederken kuş beynimce felsefe yapıyordum.
O anda yanımdan bana çok benzeyen bir martı geçtiğini fark ettim.
Hemen solumda ise bir martı benimle aynı hizada kanat çırpıyordu.
İnanamadım.
Ona bakarken, kendisini değil, yerine bir yansıma görüyordum.
Bir insanın, bir arabayla okula gittiğini görüyordum.
İyi de nasıl yani? Neden ki ve kimdi ki bu?
Bir martı da sağımdan geçiyordu şimdi…
Onun yansımasında ise gene aynı kişinin, çevresine toplanmış insanlara karşı birkaç arkadaşıyla beraber bir şeyler çaldıklarını, birlikte gülüşüp eğlendiklerini izliyordum.
Diğerinde, işe gidip geldiğini, evinden dönünce de çocuklarıyla ve eşiyle vakit geçirip mutlu olmasını izliyordum.
Ancak, bu martı daha hızlıydı nedense, belki daha ileri bir zamanın yansıması olduğundandır diye düşünüyordum.
Şok içinde kanat çırpmaya ve etrafımdaki martıları, daha doğrusu yansımaların hepsini izlemeye devam ediyordum.
Hangisine baksam, her seferinde aynı kişinin yansımalarını görüyordum.
Belki de tüm bu martılar, ya da yansımalar sadece onun hayalleriydi ya da dilekleriydi, belki de gerçekten yaşadıklarıydı.
O an için bilemiyordum.
Ama hayır, yaşanmış olamazlardı…
Bunu düşünürken bir tanesinin yansımasında, onun uçaktan paraşütsüz atlamasını izliyordum.
Dilekleri de olamazdı tüm bunlar…
Şimdilik tek ihtimal, bu gördüklerimin onun hayalleri olmasıydı.
Artık büyük bir merakla, yansımaları izlemeye çalışıyordum.
Bir tanesinde saçı sakalı dağıtmış, dünyayı geziyordu yanındaki birkaç arkadaşıyla.
Bir diğerinde birkaç kişiyi tokatlıyordu sırayla, onlarda karşılık vermiyorlardı, ne de olsa onun hayaliydi.
Bir diğerinde, kalkanını ve kılıcını kuşanmış, gelen düşmanı ortadan ikiye ayırıyordu.
Bir tanesinde komünist, sınıf ayrımının olmadığı bir ülkede yaşıyordu.
Bir tanesinde, gönüllü olarak huzur evlerine gidiyor, yaşlılara yardım ediyordu.
Bir tanesinde patronuna okkalı bir şamar çekiyordu…
Bir tanesinde…
O anda onu fark ettim.
Bir tanesi, nedense tüm kuvvetiyle kanat çırpmasına rağmen okyanusa doğru alçalıyordu…
Ona yaklaşmak için kanatlarımı daha hızlı çırpmaya başladım.
Yaklaştıkça, onu daha net görebiliyordum.
Suya düşmemek için çırpındıkça daha da çırpınıyordu.
Ancak oldukça güçsüzdü, eninde sonunda okyanusa düşecek, belki soğuktan ölecek, belki de hırçın köpekbalıklarına yem olacaktı.
Gittikçe daha da yaklaşıyordum.
Artık yansımayı izliyordum ama bir terslik vardı sanki…
Bir kıza sarılmıştı, mutluydu ancak, görüntü gitgide yok olmaya ve kararmaya başlıyordu hafifçe.
Şok içinde olanları anlamaya çalışıyordum.
Bu hayali uzaklara taşıyacak martı, denizin yüzeyine yaklaştıkça görüntü git gide daha da kararıyordu.
Bir an umutsuzluğa kapıldım tekrardan.
Tohum, yine benimle sulanıyordu ve içimde artık kanayan bir yara olmaya başlıyordu böylece.
İçim acıyordu, umutsuzluğa da kapılmamam gerekiyordu ama elimde değildi…
Martı, kanat çırptıkça görüntü canlanıyor, ancak her defasında martı biraz daha yüzeye yaklaşıyordu.
Görüntüyü bir kez net görmüştüm, o, bir kıza sarılmıştı, birlikte mutlu bir şekilde manzarayı seyrediyorlardı.
Ancak artık o görüntünün yerine zifiri karanlıktan başka bir şey kalmamıştı.
Martının denize düşmesine saniyeler vardı, ve bense sadece izliyordum.
Ve martı, karanlık yansımasıyla birlikte denizle buluşuyordu.
Bir kez daha umuttan eser yoktu bende.
Üzülüyordum ve tekrar karamsarlığın, bedenimi sarmalamasına izin veriyordum...
İçimdeki o umutsuzluk fidanı, böylece büyüyor ve kalbime saplanıyordu.
Artık, çırpınmamın bir anlamı yoktu belki de, nasıl olsa ölecektim.
Artık son saniyelerimi yaşıyordum…
Okyanusa doğru alçalmaya başladım.
Okyanus, rüzgârın da durmasıyla çarşaf gibi dümdüzdü, ayna gibi yansıtıyordu gökyüzünde olanları.
Bir an gözüm okyanus yüzeyindeki görüntüme takıldı.
Kendimi görmüyor, yerine yansımamı görüyordum.
Daha önceden kendi yansımamı izlemeyi düşünememiştim.
Acaba ben neydim, onun neyiydim?
Ancak, o martı gibi benimde görüntüm siyahın tonlarından farksızdı.
Ne olursa olsun, yansımamı görecektim.
Her kanat çırpışımla, fidan kalbime bir bıçak gibi saplanıp çıkıyordu…
Ancak söz vermiştim bir kere kendime, ne olursa olsun, yansımamı görecektim.
İçim kanıyor, ancak yine de kanat çırpıyordum yükseklere doğru.
Artık yansımamı görebiliyordum.
İnanamadım…
Kendimin, o gördüğüm insanın yaşama sevincine dair hayali olduğumu anlıyordum.
Artık kanat çırpmıyordum.
Sadece düşünüyordum.
Onun yaşama sevinciydim ama o hayali taşıyan martıya üzüldüğüm için ben de ölüyordum.
Ağlıyordum…
Bir daha vermemek üzere belki de, son nefesimi alıyordum…