Eski bir inanışa göre derler ki; insanoğlunun zihninde gerçekleştirdiği tüm hayallerin aynı anda sahnelenmek zorunda olduğu paralel bir dünya daha vardı. Her kim ki; "kırk fırın ekmek yersen belki" deyiminin başkalarınca dillerde pelesenk olup da alaya alınmadığının görülmediği hayallerinden veya alelâde hayallerinden birini kurmak isterse; bunun için o hayalde görev aldığı; oyunun sahnede canlandırılmasından sadece salisenin çokta biri kadar önce belirlenmiş olan oyuncular derhâl mevzubâhis paralel evrendeki stüdyonun önünde toplanır ve ellerine tutuşturulan, yine derler ki oyun içerisinde sürekli değişebilen gevrek bir metni o esnada kurulan sahnede oynamak zorunda kalırlardı. Paralel evrendeki insanlara neden böyle bir görev verildiği gizemini korumakla birlikte; bu insanların yapmakla yükümlü tutuldukları işten ekseriyetle sitem ettikleri de görülmedik değildi. Beraberlerinde taşıdıkları, daha doğrusu taşımak zorunda oldukları ikaz cihazıyla, gerçek dünyadaki benzerlerinin, yani gerçek sanılan insanoğlunun hayal kurmaya başladığı haberi gelir gelmez, gündelik hayatlarından nâgehan alınıp sahnenin önüne getirilmeleri bu sitemin en çok bilinen nedeni idi. İçlerinden çoğu, zaman zaman liderleriyle b ir araya gelip işleriyle ilgili sorunlarını dile getirseler de; liderlerinin kendi sorunlarını çözebilme yetilerinin olmadığını bildiklerinden, toplantıların beyhûde olduğunu düşünmelerine rağmen hasbelkader bir fayda çıkarsa diye de katılmamazlık etmezlerdi. Ancak bu toplantılarda tartışmalar bazen o kadar alevlenirdi ki; içlerinden birisinin çıkıp, aktardığına göre hacet giderdiği bir sırada kendisinin paralel evrendeki benzeri sırf hayal kuruyor diye alınıp sahneye koyulduğunu ve temizlemeye vakit bulamadığı muayyen bölgesinde kalan necasete katlanarak rolünü oynamaya çalışmasını hareketleriyle herkesin gözleri önünde canlandırmasıyla; sinirden kaskatı kesilmiş insancıklar ne yapacaklarını bilemeyip oracıkta karınlarına ağrı girinceye kadar kahkahalara boğulurlardı. Ancak her birinin, bu anlatılanlara benzer vakalarla her an karşılaşabilecek durumda olduklarını bilmelerinden midir bilinmez ama, neden sonra ortalığı bir sessizlik sarar; herkes tek bir hikmet daha söylemeden evlerine dönüş yolunu aşındırmaya başlarlardı.
Çok değil, bundan seneler önce hayallerin gerçeğe dökümünün yapıldığı işte bu mistik dünyada, onu görenlerin bir daha görmek için varını yoğunu vermeye razı olduğu, güzelliği dillere destan dûşîze, âfitâb-cemâl bir dilber yaşardı. Gelgelelim ki, anlatılanlara göre, zamanında yedi cihan padişahlarının bile dest-i izdivacına talip olup efkâr-i umumiyede zevcesi olmasını dilediği büyük büyük annesinin güzelliğini emanet alan bu dilbere, olur da tesadüf edip hayal dünyası yasalarına karşı gelecek ve belki de iki dünya arasındaki bu uyumu bozacak kadar gönlünü kaptıran delikanlıların, eş dost erbabına dil döküp onları zorgücün dönüm dönüm arsa veya bir çiftlik dolusu büyükbaş hayvan vermeye ikna edip de güzeli ailesinden istemeye yeltenmesiyle, nazikçe bir red haberinin kız ailesinden oğlan ailesine uçurulması bir olurdu. Ciğere ulaşamayan kedi gibi daha sonra türlü dedikodular üreten bu ailelerin söyledikleri ise, bu kiraz dudaklı, keman kaşlı, elma yanaklı dilberin güzelliğine asla hâlel getirmezdi.
Tüm işleri sadece oyunculuk olan bu insanların gündelik hayatlarının olmadığını iddia etmek deli saçması sayılabilirdi. Bu insanların, özel mülkiyete değer vermelerinden ziyade paylaşmanın insanlık gereği olduğunu düşündükleri ve hayatın sahte lükslerinden vazgeçip beraber mutlu olabilecekleri bir yaşam tarzı benimsedikleri, bu yüzden de besinlerini ortak iş bölümüyle birlikte üretip, eşitçe tükettikleri de bilinirdi. Oyun esnasında, kendilerinin ilk defa orada gördükleri, dış dünyaya ait lüks malzemelerden, lüks yaşam biçiminden kendi dünyalarında yoksun olmalarına içlenmiyor oldukları söylenemezdi, lakin her hayal bitiminde geri döndükleri dünyalarının sükûnet ve barış dolu olduğunu farketmeleriyle lükse ihtiyaç duymadıklarını düşünmeleri bir olurdu ve dahası, bir daha lüksü arzulanamayacaklarına yemin dahi ederlerdi. Bu yüzden; iki dünya arasındaki yaşam felsefesi farklılığının "yemek için yaşamak" ve "yaşamak için yemek" felsefelerinin arasındaki keskin farklılık kadar olduğu; böylece hayal dünyası mensuplarının dünya insanlarına göre fazlaca mutlu oldukları rivayet edilirdi.
Dedikodular odur ki; güzeller güzeli dilberin, gönlünü, bir oyun esnasında görüverdiği boylu poslu bir delikanlıya kaptırdığı, cemaat arasında hızla yayılır oldu. Nice el değmemiş hanımların zevceleri olmayı sorgusuz sualsiz kabul edeceği çokça yiğide varmayan bu dilberin abayı yaktığı külhanbeyini merak edenlerin, onu görmek için onunla aynı oyunda olmaktan başka şansları yoktu. Kahve sohbetlerinde bulunan âhâlinin konuştukları konuların başında ise işte bu gelirdi. Kalabalık, yerel sorunların konuşulmadığı vakit, başka dertlerinin olmadığını kanıtlarcasına külhanbeyi hakkında türlü tahminler yürütüp kendi tahminlerinin doğru olduğuna dair bahse girerlerdi. Ancak, evvelsi gün ak dediğine ertesi günü kara diyenin gırla olmasından dolayı da bu muhabbetler mütemadiyen sürecek gibiydi.
Aktarılan odur ki, hayal dünyası insanları, dünya insanlarının tıynetlerine çekmeseler bile, onların simâ olarak birer eşleniği olmakla birlikte, onlarla aynı yaşam standartlarını sağlamak da zorundaydılar. Kendi dünyalarından herhangi birini sevebilirlerdi, ancak onların evlenip de çocuk yapmalarına izin verilmiyordu. Neden çünkü dünya insanlarından bir çift, bir çocuk dünyaya getirdiğinde, aksi gibi bu aşkı hissetmeyen ve belki de gönlünde bir başkası yatan hayal dünyası insanlarının evlenmeye ve çocuk yapmaya karşı çıkması durumunda, dünyadaki o çocuğun hayal dünyasında bir benzeri olmayacak ve denilene göre çocuk hayalsiz, veyahut düşünme yeteneğinden yoksun büyümek zorunda kalacaktı. Belki de dünya insanları arasında yaygınca bilinen ve hasta olduklarına kanaat getirilen, fakat esasen zinhar öyle olmayan zihinsel engelli insanların dünyaya bu şekilde gelmelerinin tek müsebbibi, hayal dünyası insanlarının kimisine göre haklı, kimine göre vicdansız davranarak o çocuğu dünyaya getirmemeleriydi. Dünyada genellikle çaresizlikten dolayı, nadiren de tutkulu bir aşk hikayesi sonucu yapılan akraba evliliklerinin meyvesi olan çocukların, tıbbiyede öğretilenlere göre gen çakışmasından dolayı bu söz konusu tehlikeye maruz kalma olasılığının daha fazla olduğu söylenegelirdi. İşin esasında ise hayal dünyasındaki eşlerinin onlar gibi düşünmeyip başka kişiyi seçmelerinin; bu üzücü sonucun asıl sebebi olduğunu çok az kişi bilirdi, zaten onlar da gerçeği saklamak konusunda oldukça ustaydılar.
Gündüzleri Meylâ çoğu zamanını, dul teyzesinin kahve önünde kuyruk sallayıp peşine külhanbeylerini takmaya merkeze inebilmesinin önündeki en büyük ayakbağına, görenlerin Aysimâ ismini hak ettiğini söyleyip de nazar dualarını eksik etmediği, parlak çehreli güzeller güzeli bu kıza bakarak geçirirdi. Aysimâ, tutkulu, ancak yasak bir aşkın meyvesi olmasına sanki aldırmıyormuşçasına çevresine gülücükler saçardı. Meylâ, teyzesinin kızına bakmaktan yükümlü olmasına serzenişte bulunmuyordu, aksine teyzesinin bu vurdumduymazlığına içerleniyor ve ileride Aysimâ’ yı kaçırmayı bile düşünmüyor değildi.
İşte yine o âlelâde günlerden birinde, Meylâ’ nın ikaz cihazı ses çıkarmaya başladı. Çok sık başına gelen bir olay değildi bu, anlaşılan Meylâ’ nın dünyadaki eşi pek hayal kurmayı sevmiyordu, ya da bilinmez ama, belki de hayal kurmasına gerek dahi kalmayacak ahvalde yaşıyordu. Apar topar sahneye getirildiğinde eline tutuşturulan metinle, birazdan gerçekleşecek mizansende yer alması için yapılan rutin işleri takibe koyuldu. Sahne kurulurken, dehşetengiz platformun etrafını rengarenk bir ışık huzmesi kaplar, ardından da hayalin kurulduğu mekanın ilk belirtileri oluşmaya başlardı. Işık huzmesinin yoğunlaştığı her nokta, birazdan o yerde bir nesnenin oluşacağının işareti sayılırdı.
O günden sonra Meylâ’ya tesadüf edenler, dilberdeki bu değişimi anlamakta zorluk çekmiyor değillerdi. Meylâ’nın takvim yapraklarındaki günleri gün bitimleriyle birlikte huşuyla yırtıp bir sonraki günün yaprağındaki her harfi bile ayrıca incelemesindeki, her birine ayrı bir şefkat göstermesindeki bit yeniğini o zamanlar kimse anlayamamıştı. Daha sonra öğrenildiğine göre, Meylâ’daki bu değişimin sebebi, âşık olduğu külhanbeyinin oyunda, aslında gerçek Dünya’da öyle olmamasına rağmen kuralları bertaraf ederek kendisinin eline buluşacakları tarihin ve mekanın yazılı olduğu bir kağıt parçasını sıkıştırmasıydı.
Günlerin hızlıca geçmesiyle birlikte Meylâ’nın yokluğu ahali tarafından dile getirilir oldu. Aktarılanlara göre, Meylâ’nın, günlerce beklediği o takvim yaprağını elinde sımsıkı tutarken sevdiğine ne diyeceğini saatlerce düşündüğü günden beridir, aşkı ile meşk olup maşukları oynayacağı o külhanbeyi Lecnun ile Meylâ, birlikte bir köy evinde yaşamaktaydı. İki âşık, gerçek dünyadan gizli yaşadıkları bu birlikteliğin vicdan azabını taşıyor olduklarını birbirlerinden gizlemekte ne kadar usta olsalar da, dünyadaki paralelleri tarafından belirlenecek bir hayatın güdümünde yaşamaya da aynı derecede karşı olduklarını birbirlerine her gün hatırlatmaktan çekinmezlerdi. Ancak yine de, seçtikleri bu yolla birlikte, diğer dünya insanlarına zarar verecekleri endişesini ve üzüntüsünü de çözmenin yollarını aramaya and içtikleri, daha sonra birkaç ara dünya alimi tarafından kitaplarda yazılmıştı.
Denilen odur ki, bu dillere destan sevgililerin uzun yıllar kafa patlatıp, bir şekilde gerçek dünyayı kendi yaşamlarından soyutlamayı, ya da başka bir şekilde gerçek dünyayı kendi yaşamları güdümünde etkilemeyi başarabilecekleri bir cihaz icat ettiklerine, ya da kimilerince fenn-i kimya alimlerini bile tahayyür olacakları kimyasal bir karışım meydana getirdiklerine inanıldı. Ara dünya alimlerinin daha sonraki beyanatlarına bakılırsa, Meylâ ile Lecnûn adlı iki âşığın yaptıkları bu icatla birlikte, iki dünya arasındaki etkileşim nesillerden nesile aktarılacak kadar da kalıcı kılınmıştı.
Bu ve bunun gibi yaşanmış yüzlerce hikayeye tesadüf etmiş ara dünya alimlerinin onlarca ciltlik kitaplarından alıntı yapılarak denilebilir ki; şayet tüm bu aktarılanlar doğruysa, o günden beridir, canların cananlarına ulaşması yolunda umduklarını bulmasının; onları ne kadar çok düşlediğiyle, ve belki de bunu ne kadar çok istedikleriyle alakalı olmasındaki sır perdesi böylece aralanmış oluyordu.
otistikhumanist
4 garibin yorumu:
pardon bu bir hikaye mi yoksa gerçekten gerçek mi?daha geçen gün bu yazının başındaki düşünceler aklımı kurcalamıştı ve paralel evrendki ağır basan hayallerin gerçek olduğunu düşünmüştüm??!şaşırdım???
hikaye diye bilirim yazdıklarımı... ;)
çünkü, ne zaman kendimi kaybedip "hayallere" dalsam gerçeğe dönüşmüyor düşündüklerim...
ya da günlük hayatın yavan hayalgücüne sahip sıradan kişilerinin konuşmaları inandıklarını görmeni değilde gördüklerine inanmanı söyleyip duruyorlardır her fırsatta sana?
haksız mıyım :)
:) haklısın elbette.
ama onlar daha çok çağını kapatmış insanlardan oluşuyor. yoksa çevremde benim gibi hayallerimin elinden tutan çok insan var.(ortak hayaller tabi ^^)
Yorum Gönder