21 Kasım 2010 Pazar

Ne yardan, ne serden...

Akademiyi seçmiştim çünkü, patronların göbeğini daha fazla büyütmek, başka insanların cepleri dahi yokken kalantörlerin ceplerini daha fazla şişirmek ve benden yaşça büyük emekçi insanlarıma sözümona emir/akıl vermek istemiyor; özel sektördeki canhıraş rekabetçilikten de, kamudaki tekdüzelikten de hoşlanmıyor, üstelik nefret dahi ediyordum. Her türlü sinsi planların yapıldığı, yükselmek için birilerine çelme takman gerektiği ortamlarda, erdemli bir insan olmayı amaçlayan biri olarak kendime yabancılaşmak istemezdim doğrusu. Sonraları farkettim ki, yetiştireceğimiz çoğu insanın yine bir ensesi kalına, o da olmazsa sisteme hizmet edeceğini hiç düşünmemiştim. Böylesine naif duygularla akademiyi seçtiğime inanamıyorum, ama en azından kendimi avutacak tezlerim de yok değil benim...

Sanayiye/ekonomiye yapılan dolaylı katkının daha fazla sayıda insana gelir kapısı aralayacağını bilsem de, gelir sınıfları arasındaki uçurumun sürekli artacak olması içimi korkutuyor açıkçası. Sonucun dolaylı olarak iyiye hizmet etmesi, bu transparan adaletsizliğinin oluşmasına katkıda bulunmama isteğime ket vuran bir sebep oluyor. İşe alınan yeni bir emekçinin meskenindeki sevinci ve heyecanı tahayyül edebilir misiniz? Akşam, evde eşini dörtgözle bekleyen bir kadın(adam) ve tencerede pişen yemeğin ağır ağır yükselen buharı, pencereden dışarıyı gözetleyerek babasının geldiğini haber verecek bir ufaklık, elinde paketlerle birlikte, kasketinin salınım yapan görüntüsüyle, kıt kanaat aldığı bir oyuncağı çocuğuna götürmenin sevincini yaşayan, ayağını sürüne sürüne hanesine gelen bir baba...

Ağır çalışma koşulları tenzih edildiğinde haneye gelmeye başlayan cüzi bir miktar gelirin, insanların mutluluğuna karkısı yadsınamaz asla. Bunları gördükten sonra, aldığım eğitim doğrultusunda yoksul insanları böylesine unuturcasına sistemden kaçmayı başarabilir miyim bilmiyorum. Eğer bunu istiyorsam, bu içimdeki bencilce duyguların esiri olduğumun resmidir. Sisteme hizmet etmemenin tek yolu, şu an şu saniye işimi gücümü bırakıp bohçamı yüklenerek, eşe dosta veda edip sakinlerinin sevecen olduğunu bildiğim bir köy yakınlarına gidip, ürettiğim kadarını tüketeceğim ve tek besin kaynağını kendi kendime ekeceğim, hasatını da bizzati  yapacağım ekinlerden elde edeceğim, bir su kaynağı kenarında doğayı kirletmeden onun bir parçasıymış gibi yaşayacağım, sükûneti, sükûtu, huzuru tadacağım, akşamları olağan aktivitesinin kitap okumak olacağı bir hayata bilet almak için elimden geleni yapardım. Tek sebebi bu olmasa da; bu hayalimi gerçekleştirmek, aldığım eğitim doğrultusunda yoksul insanları unutmak, onlar için dolaylı da olsa elimi taşın altına koymamak ve sevdiklerimi bir manada geçmişimde bırakmak demektir, aynı zamanda..

 Kolay değil kararlar almak, hayatınızı bir eksen olarak düşünürseniz, doğrultunun yönünü bir derece çevirseniz dahi çizginin eski halinden git gide uzaklaşacağı gibi, ağzınızdan çıkan en ufak kelimenin bile ilerideki hayatınıza etkisini tahayyül edemezsiniz.

Yine de, öyle sanıyorum ki Türkiye'deki gelir dağılımı adaleti sağlandığında, vergi reformu yapıldığında, sevdiklerimden  birkaçını yanıma alabildiğim anda, bambaşka bir hayata bilet alıyor olacağım...

27 Ekim 2010 Çarşamba

Küçüklüğümden izler taşıyorum yanımda…

Küçükken bir amaç uğruna birikim yapmak her zaman ısıtırdı içimi, sevinçle dolardım böyle anlarımda. Birikim yapamazdım aslında, küçük bakkalın yolunu bizim evde benden daha iyi bilen yoktu çünkü. Bir Biskrem’in değerini gerçekten sezdiğim ve onu yerken saygı gösterdiğim, çayıma banmaktan çekindiğim, çayın içine düştüğünde onun için üzüldüğüm, aslında yemeye kıyamadığım anları hiçbir şeyde bulamıyorum şimdilerde. Köşebaşı çekirdek sohbetlerini, tasoda ve bilyede abimin ustalığına nazaran benim sergilediğim çıraklık nedeniyle “ütüldüğüm” zamanları, akşamları mahalleler arası oynanan “Hos” oyununu, apartmanın hemen yan tarafında uzanan bahçesinde yapılan Hıdrellez şenliklerini, yazın bizi birinci kattan ıslatan teyzeyi ve o zamanlar çocukça bir sevgi beslediğim Bilge ablayı ve daha nicesini unutabileceğimi sanmıyorum.

5849_164553848344_630158344_3510188_549354_n

Dişimin düştüğünü gören annem, “onu yastığının altına koy ve bir dilek tut, belki gerçek olur” dediğinde bir çocuk olarak ne dileyeceğimi tahmin edersiniz. Çok geçmeden ilk bilgisayarımızı aldığımızda, sanıyorum dördüncü sınıfa gidiyordum, o vakitten beri kendimi bildim bileli net göremem dünyayı. Ondan sonraki hafta sonları sabahları güneşle birlikte uyanır, koşturarak çişimi yapar, annemin fırında yaptığı kara pastadan birkaç dilim alır ve kendimi Fifa 98’in jenerik müziğine bırakırdım. O günden sonra “A, S, D, W” tuşlarını ustalıkla kullanır olmuştum. Çok geçmeden öğrendiğim, internete bağlanmak için modemin çıkardığı sesleri ise özlüyorum ve unutabileceğimi sanmıyorum.

Babamın Suzuki bir motoru vardı ve sesi sokağın başından kulağımıza çalınırdı, anlardık ki çoktan vazgeçmek zorunda kaldığı ve o çok sevdiği boğazdan tuttuğu balıkları eve taze taze getiriyordu. Belki de bu annemin motor sesini algıladığı biçimdi, “yağı koy unu hazırla...” bizim ise testlerin cevaplarını arkadan geçirme saatimizin geldiğinin işaretiydi, “dur bakayım, ce de be a”...

Doğrusunu isterseniz, zamanla değişen şeyleri mumla arar olsam da, az ama değişmeyen benden parçaların benimle kalmasına seviniyorum. Birikimlerimi artık ulaşması güç hayallerimle yapmam çocukluğumdan bugünüme aktardığım bir özellikti; “uzaktaki hayallerimin” kendi üzerine hayaller katarak büyümesi belki de bu yüzdendi. Demek istediğim, çoğu zaman “Anı Yaşa” felsefesiyle yaşamayı kendime öğütlesem de, ne zaman içine düştüğüm “konum x zaman” değişkeninden zevk almasam gelecekte yaşamaya başlıyorum hemen. Yaşamdan zevk almak derken kastettiklerimi “dıp dıs”, “kakara kikiri” kategorisine endekslemek çok yanlış bir tutum olur. Benim eğlendiğimi, mutlu olduğumu hissettiğim tek zaman dilimi, kendime birşeyler kattığım zamanlarda su yüzüne çıkıyor.

Kendiliğinden çığ gibi büyüttüğüm hayallerimin ilk basamağında, başladığım işi, yüksek lisansı bitirmek var. İki senemi, koskoca iki senemi  boşa harcadığımı hissedebiliyorum. Daha doğrusu, bir meslek edinmem gerektiğini bilmesem bırakıp da gideceğim, sonrası için ne yapacağım hakkında en ufak bir fikrim dahi olmasa da, şu anlık. Kendimi kütüphanelerle bir bütün hissedip saat ve mekân kavramını yitireceğim günlerin geleceğini biliyorum. Kısaca hayatın tadının kursağımda kalmayacağı, sokakta yaşayan herhangi bir kimsesizin koluna girip evime getirerek onu doyurup mutlu olacağım(ız) günlerin gelmesi çok uzak değil. Yine de nefsinde kötü duygular barındırdığının farkında olan bir insan olarak arınmaya ihtiyacım var ve bunun pahası, bilgeliklerini kitaplarda okuduğumuz Doğu kültürüne ait insanlarla tanışmak için uzun seyahatlere çıkmak da olsa, bunu da bir gün deneyeceğimi umuyorum.

Ancak şundan eminim ki; annemin, kendimizi mahalle abilerine kanıtlamak için mahallemaçlarında gözümüze budaktan esirgemediğimiz ve dikenlerin arasına daldığımız sırada evin penceresinden “Haydi yemeğeee, Ereeen Emreeee” diye seslenişi ve beni sabahları küçük bir buseyle uyandırdıktan sonra yarım göz halimle hazırlayıp okula götürüşleriyle, babamın bizim Çanakkale’deki bir dershane sınavında dereceye girmemizden ötürü ısmarladığı ve o günden beri asla unutamadığım, hatırladığımda gözlerimden yaşlar getiren, hayatımda yediğim en lezzetli dürümün ve, aynı gün aldığı seksen gram sütlü baton çikolatanın tadını, gideceğim her yere ve farkına varacağım her seneye, benimle birlikte götüreceğimi biliyorum.

12 Ekim 2010 Salı

aylık vurması olağan “eğlenme hakkı” sendromu

Tutarsız ancak sorgulayıcı, mantıksız ama adil olmaya çalışan, fakat yolun sonunda bunu bile beceremeyecek bir ruh haline büründüm ve bunun acısını klavyemle birlikte sizler çekeceksiniz. Tüm okuyacaklarınız iç çekişmelerimden, çırpınışlarımdan ve hayallerimden ibaret olacak, vazgeçme hakkınızı derhal kullanın!

Her ay belirli aralıklarla beni vuran düşünce silsilesi şununla fitil alıyor; eğlenmeye hakkımız olduğunu kim söyledi bizlere? Başka insanların sözümona kapılarını günün her saatinde bir hatırlatma memurunun “eğlenceye hakkınız olduğunu gösteren kartınız yok, şimdi kenara çekilin!” diyerek çalması canımı zaten sıkarken, bizim yaptıklarımız fazla ağırlık yapıyor terazinin diğer tarafına…

Klişeden de öte oldu belki de ama; insanlar eşit doğmuyor ve kimisi günün her saatini yarını nasıl çıkartacağından endişelenerek geçiriyor. Onu bulsa da; yarın, “ertesi günü düşünme seansları”na girmeyi bekleyecek işi bitince. Yiyecek birşeyler bulmak için benim gibilerin savurup çöpe atacağı artıkları bekleyecek biri, diğeri ertesi gün daha çok çöp toplayıp, ya da mendil satıp ya da dilenip de yemeğinin sonrasına ufak bir tatlı sürprizi hazırlayacak kendisine. Ya benim gibi “Geçim Derdine Giriş 101” dersinden muaf tutulanlar..?

Nasıl olsa parasını verdim diye patlayana kadar yerim gözüm dönercesine, arkadaşlarla olmak, özel sebeplerle buluşmak bahanesidir hep. Yetecek kadar yesem öleceğim diye korkarım. Gelmez aklıma benim gibi yemek yiyecek imkanı olmayan insanlar, gelirse de bu ancak yemek çıkışı midemi sıvazlayıp geğirmenin sınırlarını zorlarken yolun karşısından bize bakarak geçen çöp toplayıcı güzel çocuğu farketmemle olur. Otellere gidip de konforun ve rahatın yıldızlısını tadarken öteki türkiye insanının ne yaptığı gelmez aklıma.

Dünyanın daha güzel olacağına dair çocukça umudum, pet şişeye yapışıp kalmış damlaların şişeyi sallamamla birlikte ağzıma düşmesini ümid etmem kadar bile doldurmayacak dişimin kovuğunu. Bir yerlerde ses getirmeye heveslendiğim de yok. Sadece yokluktan gülmeyi  yakalayamamış insanların gülmesine ihtiyacım var.

Bu dediklerimin riyakar bir tutum içerdiğini savunabilirsiniz. Bunları yazarak kendi eğlencemi meşru ve mazur gösteriyorum belki de. Ancak bunlar itiraflarım, ve kendimce çıkar bir yol arıyorum sıkıntıma. Hayatım boyunca hiç prensiplerim olmadı benim, ama artık olacak. İtiraflarımı döküyorsam ortaya, tutumlarımı değiştirmezsem şahit olun da uyarın diyedir tüm bunlar.

Dışarıda herhangi bir yerde “takılırken” artık para harcamak istemememi “cimrilik” olarak addetmeleri çok doğal. Addeden olmadı ama içlerinden düşünebilirler de. Benim rahatlıkla ödeyebileceğim o hesaba bir ailenin doyabileceğini hesap etmiyor kimse o an, sanırım. Edenler çok belki ama, “bu seferlik birşey olmaz” demekten sıtkım sıyrıldı artık, onlar da bıksınlar istiyorum.

En büyük hayalimi kurmaya başlıyorum gözlerinizin önünde. Samimiyetsiz algılayabilirsiniz ama, herhangi bir hırsımın artık olmaması benim açımdan sevindirici. Tek dileğim, geçinebileceğim ve yardımı doyasıya tadabileceğim kadar bir miktarı, amaçladığım dışında harcamayacağım günlere doğrudan buhar olmak. Sokakta yaşayan herhangi bir kimsesizin koluna girip evime getirerek onu önce doyuracağım, sonra güzel bir duş almasını sağlayacağım ve ardından mutluluğunu seyredeceğim. Mümkünse, hep benimle kalmasını isteyeceğim. Şu andaki en büyük hayalim bu ve benim şu anda bunu yapabilecek cesaretim yok. Evim var, gelirim var, cesaretim yok. Uzun bir süre olmayacak. Belki, üzerimde bu denli muhtelit sorumluluk varken hiç olmayacak, belki. Ama istiyorsam olacak. Şimdi yok. Olsaydı bile, iyiliği, sırf iyilik yapmanın bende uyandırdığı duyguları sevdiğim ve vicdanımı rahata erdirdiğim için yapacağım günleri geride bırakıp, ancak ve ancak empatinin boyutsuzunu düşünerek elimi taşın altına koyacağım günleri ararım daha çok. Arıyorsam bulacağım. Dilesek hani, bulduğumda geç olmasın.

 

 

21 Eylül 2010 Salı

İki Ayrı Dünya

Eski bir inanışa göre derler ki; insanoğlunun zihninde gerçekleştirdiği tüm hayallerin  aynı anda sahnelenmek zorunda olduğu paralel bir dünya daha vardı. Her kim ki; "kırk fırın ekmek yersen belki" deyiminin başkalarınca dillerde pelesenk olup da alaya alınmadığının görülmediği hayallerinden veya alelâde hayallerinden birini kurmak isterse; bunun için o hayalde görev aldığı; oyunun sahnede canlandırılmasından sadece salisenin çokta biri kadar önce belirlenmiş olan oyuncular derhâl mevzubâhis paralel evrendeki stüdyonun önünde toplanır ve ellerine tutuşturulan, yine derler ki oyun içerisinde sürekli değişebilen gevrek bir metni o esnada kurulan sahnede oynamak zorunda kalırlardı. Paralel evrendeki insanlara neden böyle bir görev verildiği gizemini korumakla birlikte; bu insanların yapmakla yükümlü tutuldukları işten ekseriyetle sitem ettikleri de görülmedik değildi. Beraberlerinde taşıdıkları, daha doğrusu taşımak zorunda oldukları ikaz cihazıyla, gerçek dünyadaki benzerlerinin, yani gerçek sanılan insanoğlunun hayal kurmaya başladığı haberi gelir gelmez, gündelik hayatlarından nâgehan alınıp sahnenin önüne getirilmeleri bu sitemin en çok bilinen nedeni idi. İçlerinden çoğu, zaman zaman liderleriyle b ir araya gelip işleriyle ilgili sorunlarını dile getirseler de; liderlerinin kendi sorunlarını çözebilme yetilerinin olmadığını bildiklerinden, toplantıların beyhûde olduğunu düşünmelerine rağmen hasbelkader bir fayda çıkarsa diye de katılmamazlık etmezlerdi. Ancak bu toplantılarda tartışmalar bazen o kadar alevlenirdi ki; içlerinden birisinin çıkıp, aktardığına göre hacet giderdiği bir sırada kendisinin paralel evrendeki benzeri sırf hayal kuruyor diye alınıp sahneye koyulduğunu ve temizlemeye vakit bulamadığı muayyen bölgesinde kalan necasete katlanarak rolünü oynamaya çalışmasını hareketleriyle herkesin gözleri önünde canlandırmasıyla; sinirden kaskatı kesilmiş insancıklar ne yapacaklarını bilemeyip oracıkta karınlarına ağrı girinceye kadar kahkahalara boğulurlardı. Ancak her birinin, bu anlatılanlara benzer vakalarla her an karşılaşabilecek durumda olduklarını bilmelerinden midir bilinmez ama, neden sonra ortalığı bir sessizlik sarar; herkes tek bir hikmet daha söylemeden evlerine dönüş yolunu aşındırmaya başlarlardı.

23529_435121858344_630158344_5274053_231055_n

Çok değil, bundan seneler önce hayallerin gerçeğe dökümünün yapıldığı işte bu mistik dünyada, onu görenlerin bir daha görmek için varını yoğunu vermeye razı olduğu, güzelliği dillere destan dûşîze, âfitâb-cemâl bir dilber yaşardı. Gelgelelim ki, anlatılanlara göre, zamanında yedi cihan padişahlarının bile dest-i izdivacına talip olup efkâr-i umumiyede zevcesi olmasını dilediği büyük büyük annesinin güzelliğini emanet alan bu dilbere, olur da tesadüf edip hayal dünyası yasalarına karşı gelecek ve belki de iki dünya arasındaki bu uyumu bozacak kadar gönlünü kaptıran delikanlıların, eş dost erbabına dil döküp onları zorgücün dönüm dönüm arsa veya bir çiftlik dolusu büyükbaş hayvan vermeye ikna edip de güzeli ailesinden istemeye yeltenmesiyle, nazikçe bir red haberinin kız ailesinden oğlan ailesine uçurulması bir olurdu. Ciğere ulaşamayan kedi gibi daha sonra türlü dedikodular üreten bu ailelerin söyledikleri ise, bu kiraz dudaklı, keman kaşlı, elma yanaklı dilberin güzelliğine asla hâlel getirmezdi.

Tüm işleri sadece oyunculuk olan bu insanların gündelik hayatlarının olmadığını iddia etmek deli saçması sayılabilirdi. Bu insanların, özel mülkiyete değer vermelerinden ziyade paylaşmanın insanlık gereği olduğunu düşündükleri ve hayatın sahte lükslerinden vazgeçip beraber mutlu olabilecekleri bir yaşam tarzı benimsedikleri, bu yüzden de besinlerini ortak iş bölümüyle birlikte üretip, eşitçe tükettikleri de bilinirdi. Oyun esnasında, kendilerinin ilk defa orada gördükleri, dış dünyaya ait lüks malzemelerden, lüks yaşam biçiminden kendi dünyalarında yoksun olmalarına içlenmiyor oldukları söylenemezdi, lakin her hayal bitiminde geri döndükleri dünyalarının sükûnet ve barış dolu olduğunu farketmeleriyle lükse ihtiyaç duymadıklarını düşünmeleri bir olurdu ve dahası, bir daha lüksü arzulanamayacaklarına yemin dahi ederlerdi. Bu yüzden; iki dünya arasındaki yaşam felsefesi farklılığının "yemek için yaşamak" ve "yaşamak için yemek" felsefelerinin arasındaki keskin farklılık kadar olduğu; böylece hayal dünyası mensuplarının dünya insanlarına göre fazlaca mutlu oldukları rivayet edilirdi.

Dedikodular odur ki; güzeller güzeli dilberin, gönlünü, bir oyun esnasında görüverdiği boylu poslu bir delikanlıya kaptırdığı, cemaat arasında hızla yayılır oldu. Nice el değmemiş hanımların zevceleri olmayı sorgusuz sualsiz kabul edeceği çokça yiğide varmayan bu dilberin abayı yaktığı külhanbeyini merak edenlerin, onu görmek için onunla aynı oyunda olmaktan başka şansları yoktu. Kahve sohbetlerinde bulunan âhâlinin konuştukları konuların başında ise işte bu gelirdi. Kalabalık, yerel sorunların konuşulmadığı vakit, başka dertlerinin olmadığını kanıtlarcasına külhanbeyi hakkında türlü tahminler yürütüp kendi tahminlerinin doğru olduğuna dair bahse girerlerdi. Ancak, evvelsi gün ak dediğine ertesi günü kara diyenin gırla olmasından dolayı da bu muhabbetler mütemadiyen sürecek gibiydi.

Aktarılan odur ki, hayal dünyası insanları, dünya insanlarının tıynetlerine çekmeseler bile, onların simâ olarak birer eşleniği olmakla birlikte, onlarla aynı yaşam standartlarını sağlamak da zorundaydılar. Kendi dünyalarından herhangi birini sevebilirlerdi, ancak onların evlenip de çocuk yapmalarına izin verilmiyordu. Neden çünkü dünya insanlarından bir çift, bir çocuk dünyaya getirdiğinde, aksi gibi bu aşkı hissetmeyen ve belki de gönlünde bir başkası yatan hayal dünyası insanlarının evlenmeye ve çocuk yapmaya karşı çıkması durumunda, dünyadaki o çocuğun hayal dünyasında bir benzeri olmayacak ve denilene göre çocuk hayalsiz, veyahut düşünme yeteneğinden yoksun büyümek zorunda kalacaktı. Belki de dünya insanları arasında yaygınca bilinen ve hasta olduklarına kanaat getirilen, fakat esasen zinhar öyle olmayan zihinsel engelli insanların dünyaya bu şekilde gelmelerinin tek müsebbibi, hayal dünyası insanlarının kimisine göre haklı, kimine göre vicdansız davranarak o çocuğu dünyaya getirmemeleriydi. Dünyada genellikle çaresizlikten dolayı, nadiren de tutkulu bir aşk hikayesi sonucu yapılan akraba evliliklerinin meyvesi olan çocukların, tıbbiyede öğretilenlere göre gen çakışmasından dolayı bu söz konusu tehlikeye maruz kalma olasılığının daha fazla olduğu söylenegelirdi. İşin esasında ise hayal dünyasındaki eşlerinin onlar gibi düşünmeyip başka kişiyi seçmelerinin; bu üzücü sonucun asıl sebebi olduğunu çok az kişi bilirdi, zaten onlar da gerçeği saklamak konusunda oldukça ustaydılar.

Gündüzleri Meylâ çoğu zamanını, dul teyzesinin kahve önünde kuyruk sallayıp peşine külhanbeylerini takmaya merkeze inebilmesinin önündeki en büyük ayakbağına, görenlerin Aysimâ ismini hak ettiğini söyleyip de nazar dualarını eksik etmediği, parlak çehreli güzeller güzeli bu kıza bakarak geçirirdi. Aysimâ, tutkulu, ancak yasak bir aşkın meyvesi olmasına sanki aldırmıyormuşçasına çevresine gülücükler saçardı. Meylâ, teyzesinin kızına bakmaktan yükümlü olmasına serzenişte bulunmuyordu, aksine teyzesinin bu vurdumduymazlığına içerleniyor ve ileride Aysimâ’ yı kaçırmayı bile düşünmüyor değildi.

İşte yine o âlelâde günlerden birinde, Meylâ’ nın ikaz cihazı ses çıkarmaya başladı. Çok sık başına gelen bir olay değildi bu, anlaşılan Meylâ’ nın dünyadaki eşi pek hayal kurmayı sevmiyordu, ya da bilinmez ama, belki de hayal kurmasına gerek dahi kalmayacak ahvalde yaşıyordu. Apar topar sahneye getirildiğinde eline tutuşturulan metinle, birazdan gerçekleşecek mizansende yer alması için yapılan rutin işleri takibe koyuldu. Sahne kurulurken, dehşetengiz platformun etrafını rengarenk bir ışık huzmesi kaplar, ardından da hayalin kurulduğu mekanın ilk belirtileri oluşmaya başlardı. Işık huzmesinin yoğunlaştığı her nokta, birazdan o yerde bir nesnenin oluşacağının işareti sayılırdı.

O günden sonra Meylâ’ya tesadüf edenler, dilberdeki bu değişimi anlamakta zorluk çekmiyor değillerdi. Meylâ’nın takvim yapraklarındaki günleri gün bitimleriyle birlikte huşuyla yırtıp bir sonraki günün yaprağındaki her harfi bile ayrıca incelemesindeki, her birine ayrı bir şefkat göstermesindeki bit yeniğini o zamanlar kimse anlayamamıştı. Daha sonra öğrenildiğine göre, Meylâ’daki bu değişimin sebebi, âşık olduğu külhanbeyinin oyunda, aslında gerçek Dünya’da öyle olmamasına rağmen kuralları bertaraf ederek kendisinin eline buluşacakları tarihin ve mekanın yazılı olduğu bir kağıt parçasını sıkıştırmasıydı.

Günlerin hızlıca geçmesiyle birlikte Meylâ’nın yokluğu ahali tarafından dile getirilir oldu. Aktarılanlara göre, Meylâ’nın, günlerce beklediği o takvim yaprağını elinde sımsıkı tutarken sevdiğine ne diyeceğini saatlerce düşündüğü günden beridir, aşkı ile meşk olup maşukları oynayacağı o külhanbeyi Lecnun ile Meylâ, birlikte bir köy evinde yaşamaktaydı. İki âşık, gerçek dünyadan gizli yaşadıkları bu birlikteliğin vicdan azabını taşıyor olduklarını birbirlerinden gizlemekte ne kadar usta olsalar da, dünyadaki paralelleri tarafından belirlenecek bir hayatın güdümünde yaşamaya da aynı derecede karşı olduklarını birbirlerine her gün hatırlatmaktan çekinmezlerdi. Ancak yine de, seçtikleri bu yolla birlikte, diğer dünya insanlarına zarar verecekleri endişesini ve üzüntüsünü de çözmenin yollarını aramaya and içtikleri, daha sonra birkaç ara dünya alimi tarafından kitaplarda yazılmıştı.

Denilen odur ki, bu dillere destan sevgililerin uzun yıllar kafa patlatıp, bir şekilde gerçek dünyayı kendi yaşamlarından soyutlamayı, ya da başka bir şekilde gerçek dünyayı kendi yaşamları güdümünde etkilemeyi başarabilecekleri bir cihaz icat ettiklerine, ya da kimilerince fenn-i kimya alimlerini bile tahayyür olacakları kimyasal bir karışım meydana getirdiklerine inanıldı. Ara dünya alimlerinin daha sonraki beyanatlarına bakılırsa, Meylâ ile Lecnûn adlı iki âşığın yaptıkları bu icatla birlikte, iki dünya arasındaki etkileşim nesillerden nesile aktarılacak kadar da kalıcı kılınmıştı.

Bu ve bunun gibi yaşanmış yüzlerce hikayeye tesadüf etmiş ara dünya alimlerinin onlarca ciltlik kitaplarından alıntı yapılarak denilebilir ki; şayet tüm bu aktarılanlar doğruysa, o günden beridir, canların cananlarına ulaşması yolunda umduklarını bulmasının; onları ne kadar çok düşlediğiyle, ve belki de bunu ne kadar çok istedikleriyle alakalı olmasındaki sır perdesi böylece aralanmış oluyordu.

otistikhumanist

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Ölüm

Telaffuz etmekten en çok çekindiğimdi bu, ve korkulan en çok da başa gelendir. İlk kez oldu.

Yazmak beni rahatlatır diyordum ama yanılmışım, yazamıyorum ki rahatlatsın. Bunu da bencilce istediğime, acımı uzaklaştırmak için bencilce istediğime inanamıyorum. Vakit su gibi akıp geçiyor ancak ben düşündükçe siyah bulutların esiri oluyorum, yağmayan fakat uzak diyarlarda daha da yüklenip öfkesini öyle kusacak olanların esiri daha çok.. Belki de yağmura hasret bıraktıranların…

Bu acıyı ilk kez yaşıyorum. Ancak ölümü böyle sessizce karşılayabileceğimi düşünemezdim. İlk duyduğum anda gözyaşıyla birlikte acıyı benliğimde hissettim, sonra öfke duydum ve kontrolümü yitirdim, şimdiyse çok özledim, özlüyorum.

Düşünüyorum da, onu özlemek bencilce yaşadığım bir duygu, onun şu anda rahat olduğuna inandığımız yerden geri dönmesini de istemek(m) demek aynı zamanda. En yakınında bulunsaydım- ki üzüntümün asıl kaynağını o insanlar oluşturuyor- hissedeceklerimi tahayyül dahi edememek düşüncemin göreceli olduğu yönündeki ilk kanıtım. Acımı bastırıp, o orada mutluysa gerçekten; hislerimi, üzüntüden özleme çevirmek, onu hatırlayınca hıçkırarak ağlamanın aksine gülümsemek, onunla içimi ısıtmak, anılarıyla kendimi okşamak, kalbimi dinlendirmek, onun anısına yapabileceğim en güzel şey diye inanıyorum ben çoğu kişinin aksine.

Bu yüzden yeteri kadar üzülmüyor gibi görünmeyi umursamıyorum. Kimsenin umursayacağını da sanmam. O kişinin geri dönmesini, onun en çok yakınında olanlar, ona muhtaç olanlar ve en çok üzülenler için istiyorum, çünkü onların da üzülmesini asla istemem, dayanamam. Ama kendim için istemeye geldiğimde yapamam bunu, yapmam galiba. Mülkiyetçi duygularımın esiri olup da o insanın bende uyandırdığı güzel duyguları benim tekrar yaşamak istemem onun şu anda mutlu, sahiden mutlu olduğu gerçeği ışığında anlamsız ve önemsiz durmakta bana kalırsa. Esasında, kaybedilen bir insanın sonrasında tekrardan onunla, onun anılarıyla gülümsememek yerine üzüntüyü sonsuza kadar yaşamaya çabalamak, hem sevdiklerimize, hem de kendimize ihanet olur ancak.

Mutlu olduğuna dair inancım tam, öyle olmasaydı ifade edemezdim hislerimi. Böyle düşünemeyeceğimi de bilirdim.

Son olarak Yahya Kemal’den gelsin:

Ölmek kaderde var bize ürküntü vermiyor,
Lakin dostlardan ayrılışın ızdırabı zor…

11 Mayıs 2010 Salı

Kedi !

Aşırı şirinliklerinden dolayı sevginiz işkence boyutuna ulaşacaksa yavru kedi beslemeyin, n’olur ! :(

Bana yaklaşık 3 gündür yoldaşlık etmekte küçük Hasan. Kedi sevmeyen, aksine her daim salyalar saçarak “nankör onnar naan” diyen ben, şimdiyse aynı cümleyi kuranı dövüyorum, çok pis döberim! Olmadı anneme söylerim ! Kedilere “pisi” diyeni yolda görsem kovalarım. Kedime karşı derseniz öncelikle kediye, “Hasan tut olm” derim. Gelir çorabınızı ısırır, dikkatinizi dağıtır ki ben de çift dalayım size. Sizi orada yer bitiririz. Kedi süte banar da yer sizi. Hiç olmadı suratınıza bönel bönel(evet, var böyle bişi) bakar da şirinliğinden dolayı infilak edersiniz.

-Hasan, olm bana değil lan, git hadi işine yavrum, ahaha, gıdıklama silahı yoktu hani ! Anlaşmıştık ! Nankörsünüz hepiniz !  :p

Bana bu cümleleri söyletebilecek, şapşallık sınırlarımın üst sınırını genişleten müsebbib ise şimdilik Hasan.  :) Kendisiyle ne kadar beraber kalırım bilmiyorum ama, insanı resmen ansızın mutlu etme yeteneğine sahipler.

Ha, asıl anlatmak istediğim; insanın bir şeye olan aşırı sevgisinin bünyeye her zaman zarar getireceği gerçeği. Tutkuyla adlandırıldı bugüne kadar.

Bir insanı aşırı seviyorsanız, bir noktada kıskançlık hududlarınızı çiğneyecektir. Bundan gerçekten kaçış yok. Dimağınızı kontrol edemediğinizi görebilirsiniz uzaktan.

Bir ideolojiyse körü körüne bağlanan, diğer tüm düşüncelere olumsuz bakacaksınız. Kısaca bağnaz, veyahut mutaassıp olarak adlandırılacaksınız. Sizin gibi düşünmeyenleri düşüncelerinden dolayı yargılayacaksınız. Çünkü doğru sadece sizin düşüncenizdedir.

Ya da bir hayvan ise aşırı sevilen, genelde aşırı mıncıklamaktan dolayı onun canını acıtabilirsiniz. Evet, bazen oluyor bu. Ama sevimli ki şimdi ! :p

Uzatmaya gerek yok, her şeyin aşırısı zararlı bünyeye, en iyisi kararında yaşamak her duyguyu...

Demişler ki; şapşal kedi yuvarlanır, sahibini bulur.

Off, şirinliğe bakar mısınız?

+Gel buraya !!!!!!

-cıyk !
uyuyan_kedi

28 Nisan 2010 Çarşamba

kendinizi avutmak

merak ediyorum bunu evet; şimdi söyleyeceklerimi düşünmüş müydünüz, yoksa köşe bucak kapmaca mı oynadınız bugüne kadar düşüncelerinizle…

her kendinizi avuttuğunuz, kalbinize umarsızca telkinler yağdırdığınız zamanlarınızda, esasında hayatınızın sanal dönüm noktalarını oluşturursunuz. dönmeyen, dönemeyen dönüm noktalarıdır onlar. hissedilemeyecek, aslında orada olması gereken dönüm noktaları.

belki de her içten içe çırpınışınız sonucunda kalbinizin, mantığınızın bile reddedemeyeceği ısrarlarına dayanamayıp, “kendimi avutmalıyım” yanılgısına kapıldığınızda, nah şuncacık cesaretiniz olsa farklı yönlere kayacak ve belki de lezzetine lezzet katacak hayatınızın ayaklarına prangalar takıyorsunuzdur, halbuki bunun farkında değilsinizdir.

neyin yanlış ya da neyin doğru olduğu bilinemez elbet. belki de kendinizi kandırdığınız vakitten sonra işlenen hayatta yazım hatalarınıza daha az rol verilecektir belki. belki de iki yanı da yukarı doğru akan mürekkep damlaları bol bulunur o daktilo yazısında. tuşlar yazıyı da bırakıp sadece gülen sesler de çıkarabilir. ama şunu biliyorum ben, her kendinizi avuttuğunuz an, cesaretinizin ayaklar altına alındığı anlardır. gittikçe güç kaybeder cesaretiniz. dönüşü zor bir yola daha girmişsinizdir bile.

istemediğiniz, daha doğrusu oraya ait olmadığınızı adınız gibi bildiğiniz bir hayatın öznesi olduğunuzu görüp buna üzülebilirsiniz. eminim ki herşeyi bırakıp gidebilecek, öznesi olduğunuz cümlenin yüklemini ve nesnesini aramaya gidecek cesaret yoktur içinizde ! olduğunuzla yetinmek zorunda kalıp korkaklık kırıntılarıyla beslersiniz cesaretinizi…

ve buldum aslında, çaresi basit.

hayatı ciddiye almayın. neden yapasınız ki bunu?

kaygılarınız olmasın bir anlığına, “onu”, “şunu”, “bunu” yapmak zorunda bırakmayın benliğinizi. bir şeyler “kazanmak” zorunda olmadığınızı hissedin. şunca yaşa geldiniz ama şu ana kadar yaşadığınız, gayret ettiğiniz, başarmaya çalıştığınız, elde etmeyi arzulayıp da elde edemediğiniz tüm hissiyatlar ve değerler yüzünden karartı halindeyse geçmişiniz, şimdinizin bundan ne alıp veremediği olabilir ki? ya da niye olsun ki !

hadi, gelecekteki sizi daha fazla üzmeyin, sevindirin onu şimdiyle.

iyi bakın kendinize…

otistikhumanist

Technorati Etiketleri: ,